Depremdi, siyasetti, şuydu buydu diye ömrümüz geçiyor. Sanırım genlerimizde var hayattan zevk almama. Önümüze konan sınırlı zaman dilimini paranoya ve korkuyla geçirmekte üstümüze yok.
Ana babalar sağ olsun. Yağmurda ıslanırsak üşüteceğimiz söylendi, gel gör ki filmlerde en büyük aşklar yağmur altında bir buseyle ifade edildi. Bırakın aşk yaşamayı, yağmurda dışarı çıkmamız bile sözde koruyuculuk güdüleriyle engellendi. Hiçbirimizde ağzımızı açıp “deliler gibi koşmak, yaşadığımın farkına varmak istiyorum” demedik. Oturduk paşa paşa, demli çaylarımızı saçma televizyon dizileri eşliğinde yudumladık analarımızın dizinde. Yıllar geçti, kimimiz üniversiteye, kimimiz mesleğini icraya başladı. Bir adım atmadan önce hep gözlemledik çevremizi.
Düşünün Paris’e gitmişsiniz, Champs Elysees’in ortasındasınız. Önce size en çok hitap eden cafeyi seçmeye çalışırsınız. Ve oturduğunuzda, diğer insanların ne yeyip, ne içtiğine şöyle bir göz atarsınız. Ama o göz atmak öyle bir şeydir ki, sanki doğduğunuzdan beri o cafeye gelirmişsiniz de, oturanlar yabancı edasında. En bilindik gıda ya da içecek seçilir, mümkün olduğunca az diyalog kurulur. Rezil olmama korkusu, herkes bana bakıyor paranoyası. Alın size Anadolu genci.
Sanki ülke içinde durum farklı mı? Üniversitede ilk günüm, sınıfa girdim, boş bir yer bulup oturdum. Sağa bakıyorum birine merhaba diyeyim, yok. Sola bakıyorum yok. Herkes ilkokula yeni başlamış yedi sekiz yaşlarında çocuklar gibi kafası önde sessiz sessiz oturuyor. Üç ay sonra birbirine küfür etmeyen adam kalmıyor. Zamanla alışıyorlar tabii birbirlerine ama geçen zaman geçiyor işte.
İşe yeni başlayanlarda da var aynı tuhaflık. Oturur masasına, o kravat düzgün bağlanmış, gömlek ceket tiril tiril, dik oturuşlar falan. O kadar ciddiye alınır ki o yeni aktivite, serçe hassaslığında geçirirler mesai saatlerini. Gel gör ki ısınma turları geçtikten sonra, bırakın kravatın sıkılığını, gömleğin üzerindeki çay lekesi bile görmezden gelinir. İşe başlama hevesi yerini geçim sıkıntısına bırakır. Başlar yakınmaya, siyasetten girer, sendikadan çıkar. Sanki mesleğe başlarken kendisine trilyonluk maaş sözü verildi. Laf ola beri gele.
Konu sapmasın, yaşamın tatları diyorduk. Bu nötr insan profiliyle tat alamayız yaşamdan. Öyleyse bize ne lazım? Aşk lazım, seyahat lazım ve son olarak para lazım. Gelelim bu gerekli koşulların incelemesine.
Yaşamdan tat almamız için önce bir aşk yaşamalıyız. İster bir nesneye, ister bir sanat dalına, ister bir kente, ister bir medeniyete. Neye olursa olsun, ama yaşamdan tat almanın ilk şartı bir şeye aşık olmak. Daha genel olduğu için bir insana aşkı örnek gösterelim. Okuduğun okuldan tut, yaşadığın şehre, edindiğin meslekten, seçtiğin diş macununa, aldığın saç spreyinden, pantolonunun rengine kadar her şeyin temelinde aşk yatar. Beğenilme güdüsü. Reklam sektörünün ilacı. İnsanı daha fazlaya iten yegane etken. İnsan yere sürmek için yüzlerce dolar verip ayakkabı alır mı? Ya da üç yıkamada bozulacağını bile bile bir kazağa yüzlerce lira verir mi? Aşk yaşamak istiyorsa verir. İstemiyorsa zaten o kişiyi atletinin altındaki pijamasıyla oturmuş, göbeğini kaşır halde görebilirsiniz. Kişisel tercihidir saygı duyulmalı. Ama bizim konumuz aşk.
Her gün O’nu görmek için uyanırsın, farklı bir paylaşım yakalamak için. Filmlerde gördüğümüz duygusallığın binde birini belki yaşarız umuduyla tararsın saçlarını. En güzel kokuları döker, en güzel sözleri geçirirsin aklından. Ve sarılırsın bulutlarda dans ederek. Dert kederin aşkta yeri yoktur. Bırakın işin o boyutuyla halk ozanları ilgilensin. Dünya yansa bir bağ otun olmamalı ki aşkın hakkını verebilesin. Var mı aşktan daha büyük enerji içeceği, var mı daha etkili antibiyotik?
Varlığımızın ilk şartı olan aşka sahip olduktan sonra, yaşamdan tat alabilmek için gereken ikinci noktaya geçelim. Seyahat. Samanlığın seyran olduğu süre inanın en fazla birkaç ayla sınırlıdır. İnsan sosyal bir varlıktır ve sosyallik dağ bayır, ülke şehir gibi coğrafyayla bir şekilde bağlantılı mekanların içerisinde yaşanmaktadır. Yalnız bu söylem sömestr ve bayram tatillerinde gidilen akraba evlerini, düğün dernek merasimlerini içermemektedir. Akraba denen yakın çevrenin size vereceği pek bir şey olmadığını, hele ki gittiğiniz sünnet düğününde zihin aydınlanması yaşanamayacağını çoktan anlamışsınızdır. Zaten aşkı besleyebilecek en son mekanlardır bu saydıklarımız. Neyse, aşkı hissettiğiniz bireyin zevklerini az çok biliyorsunuzdur. Kimi doğayla baş başa bir geziyi, kimi alışveriş merkezleriyle dolu bir kenti, kimi ise mitolojik bir turu tercih eder. Kendi zevkimize uymuyor diye üzülmemeliyiz. Daha çok seyahate çıkacağız, zaman uzun. Güneşin batışını yalnız mı izlemek istersiniz, omzunuza kafasını yaslamış ruh ikizinizle mi? Gittiğiniz yerlerde bol bol alışveriş yapmayı ihmal etmeyin. Döndüğünüzde sizi daha da mutlu kılacaktır. Unutmayın, maddeye değer veren insan tutumludur, siz aşıksınız. Yalnızca sevgiye ve bir kez geldiği yaşama değer veren insanlar aşık olabilir, diğerleri mantık robotlarıdır. Onlar yaşamdan tat almayıp, yaşlanıp giden değişik bir oluşumdur. Nesilleri yok olup gitmek yerine ne yazık ki hızla çoğalmaktadır.
İşte geldik yaşamdan tat almanın son ve en önemli koşuluna, para. Bahsettiğimiz aşk ve seyahat ikilisinin yerine gelmesi için olmazsa olmaz koşul. Para yoksa aşkı da unutun seyahati de. Peki öyleyse para nedir ve nasıl elde edilir?
Para Lidyalıların takas yöntemini sonlandırmak için buldukları çözümdür. Ve o günden bu güne varlığını korumuştur. Tüm bu zaman dilimi boyunca para kavramını tüm medeniyetler kabul etmiştir. Tabii ki kabul edenlerin yanında, bu kavramı reddeden insanlarda tarih sahnesinde yerini almışlardır ki bunlara “fakirler” diyoruz. Günümüzde de para kullanmayan, üzerinde bulundurmayan fakir adı verilen türler mevcuttur. Neyse, konumuza dönelim.
18. YY Alman Edebiyatçısı Johann Wolfgang von Goethe, “insanlar önce para kazanmak için sağlıklarını, sonra da sağlıklarını korumak için paralarını harcarlar.” sözüyle paranın kullanım alanındaki yanlışlığı gözler önüne sermiştir. Oysa belirttiğimiz gibi para, aşk, seyahat ve beraberinde gelen keyifli alışverişler için gerekli materyalden başka bir şey değildir. İlk koşulda sunduğumuz beğenilme güdüsünün tatmini için şık kıyafetler, seyahat için kullandığımız ulaşım aracı ve konakladığımız yerlerdeki giderler için ihtiyacımız olan tek şarttır.
“İyi hoşta nasıl elde ederiz bu parayı?” dediğinizi duyar gibiyim. Bakın işte tam bu noktada ben de tıkandım. Zaten çözümü net anlamda bulabilsem bu yazıyı yazmakla vakit kaybetmem, hemen seyahate çıkardım. Hem siz de bu kadar hazırcı olmayın, yaşamdan tat almanın ilk iki şartını ve işleyişini yazdım, üçüncüyü de siz düşünün. Bu kadar uzun bir yazıyı okumaya vaktiniz varsa, eminim yaşamdan tat almak uğruna, yeniden bir şeylere başlama uğruna düşüneceğiniz birkaç dakikanız da vardır.
Unutmadan, yağmurda ıslanmaktan çekinmeyin. Kişiliğinizi romatizmal robot bünyelere çiğnetmeyin. Koşun.. kaçın…